Nazım Hikmet’e olan sevgimi anlatacak kelimelerim yok. Onun bütün hikayelerini yazılarını, hayatını resmen ezberledim. Bugün de size Nazım Hikmet’in en sevdiğim hikayelerinden birini anlatacağım. Benim çok sevdiğim bir hikaye umarım sizde beğenirsiniz. İyi okumalar. İhtiyar doktor beyaz uzun gömleğini ilikleyerek doğruldu, sigarasını söndürdü. Loş çadırın kat kat perdeli kapısını kaldırdı. Çukura batmış uzun kirpikli gözleriyle etrafına bakındı. Dışarıda kolları kırmızı beyaz işaretli askerlerin taşıdığı boş sedyeler süratle uzaklaşıyor, üzerlerinde kırmızı aylı beyaz bayrakların sallandığı geniş çadırların önünde öteye beriye gidip gelen doktorlar dolaşıyor, derinden top sesleri aksediyordu. Daha harp bitmemişti. ilerleyen fırkanın geride bıraktığı yaralıları toplamak için henüz yeni vesait yollanıyordu… Elinde sımsıkı tutmakta olduğu perdenin kıvrımlarını bıraktı, köşeye çekildi… Kaşlarını çattı, yüzünde müziç bir sıkıntının derin çizgileri gözüküyordu. Yanı başındaki portatif bir iskemleye oturdu, kır düşmüş uzun saçlarını uzun parmaklı ve damarlı elleriyle kavradı ve bulanmış gözlerini karşıda masanın üstünde sarı dişleri, karanlık gözleriyle sırıtan bir ölü kafasına dikti, düşünmeye başladı: Daha yaralılar gelmemişti. Bugünkü intizar çok sürmüştü. İçinde müthiş bir şüphe kendini yiyip bitiriyordu. Ya bugün oğlu da yaralanmışsa. Bütün ümidi, bütün tesellisi olan oğlu, bir tek oğlu ölmüşse… Oğlu için yaşayan bu biçare ya ne yapardı?. O da ölürdü, o da. Gözleri büsbütün büyüdü, saçları dikildi, yüzü sarardı. Şimdi oğlunu kanlı göğsü, kapalı gözleri, mor dudaklarıyla görür gibi oluyordu. Doğruldu, ellerini ileriye doğru, o hayali, o kanlı hayali itmek ister gibi uzattı… Sonra titreyen kolları yana düştü. Yaralılar getiriliyordu… Kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti… Ya onu da şimdi bir sedyenin üstünde sarı yüzüyle görecek olursa? Fakat vazife onu davet ediyordu, çıkmalıydı. Biri oğlum, öbürü miralay için iki şişe… Ak sakallı, gözlüklü bir adam olan muhatabı yavaşça: Unutuyor musunuz, beyim, dedi. Geçen tayyare taarruzunda bombalarla yanan ecza depoları meyanında serumlar da mahvolmuştu. Fakat yalnız bir tane kurtarıldı zannediyorum… Size bunu söylemiştik. İstanbul’a yazdık, daha. O artık fazla tafsilat dinlemiyordu. Yalnız serum un bir tane olduğunu hatırlıyordu… Artık bütün ümidi mahvolmuştu, oğlu ölüme mahkum demekti. Seruma muhtaç iki yaralı vardı. Buna mukabil bir tek şişe.  Sonra birden titrek, meyus, fakat azimkar bir sesle: Serumu miralaya tatbik ediniz, emrini verdi ve oğlunun üstüne yığıldı. On gün hiç oğlundan ayrılmadı… Onun tetanosun yakıcı pençesinde ne büyük ıstırapla da kıvrandığını boş gözlerle seyretti ve o son bir gerinişle katıldığı zaman ilerledi. Bir kere sarstı, bir daha, bir daha! Sonra gözleri büyüdü, saçları dikildi, ağzı çarpıldı, acı bir kahkaha salıvererek oğlunu, oğlunun donmuş, katılaşmış cesedini kucağına alarak çıktı. Ne yapacağını bilmez serseri bir revişle, uzaklarda yeşil zirveleri dalgalanan dûrâdûr dağlara doğru uzaklaştı. O geceden sonra ne doktoru, ne de oğlunu bir daha göremediler. (Mart 1334, M.N. / Alemdar gazetesi, 27 Kânunisani 1336/1920)