Bu sene ne oldu bilmiyorum, ama yağmurlar bir türlü gelmiyor. Hani o her sonbahar beklediğimiz, toprağı mis gibi kokutan, sanki doğayı bir kez daha canlandıran yağmurlar var ya, işte onlardan bahsediyorum. Ağustos’un sonuna geldik, hala bekliyoruz. Çatılar kurudu, ağaçlar susuzluktan adeta içe kapandı. Ne oldu bu yağmurlara?
Her sabah kalkıp gökyüzüne bakıyorum, sanki bulutları gözlerimle çağıracağım. Ama nafile… Güneş inadına parlıyor, sanki bizi yakmak ister gibi. Gökyüzü masmavi ama bir yandan da boş. Ne bir bulut var ne de bir serinlik. Çocukluğumda bu zamanlar yağmur damlalarının şakır şakır toprağa düştüğü günleri hatırlıyorum. Bahçede oynarken bir anda bastıran yağmurlarda sırılsıklam olup, sonra hemen koşarak eve kaçtığımız zamanlar… Nerede o günler?
Gelin biraz gerçekçi olalım. İklimler değişiyor, biliyorum, ama her defasında biraz daha endişeleniyorum. Şu son birkaç yılda, suyun ne kadar kıymetli olduğunu daha iyi anladık. Her damla, her yağmur çok önemli hale geldi. Sadece biz değil, çiftçiler, hayvanlar, koca ormanlar bu yağmura muhtaç.
Çocuklar bile artık suyun kıymetini öğreniyor. Ebeveynler, "Suyu boşa harcama!" diye uyarıyor. Oysa ki biz çocukken, su oyunlarının tadını çıkarırdık. Şimdi o oyunlar yerini su tasarrufuna bırakıyor.
Yağmurları beklemek zor, ama umudu kaybetmek de yok. Belki de yarın bir damla düşer. Belki de bu gece gökyüzü kararır ve yağmurlar bize merhaba der. O ilk damlanın toprakla buluştuğu an, belki de bizi yeniden hayata döndürecek.
Ama şimdilik, beklemeye devam. Gözlerimiz gökyüzünde, kulaklarımız yağmurun sesini arıyor. O an geldiğinde, hep birlikte derin bir nefes alıp “Hoş geldin!” diyeceğiz. O zamana kadar, biraz sabır, biraz umut, belki de biraz dua… Çünkü bu yağmurlar bir gün mutlaka gelecek.