Değerli okuyucularım. Yaklaşan belediye seçimleri nedeniyle DÜNYANIN BİRLİĞİ ile ilgili yazılarıma ara vererek Türkiye’de yerel yönetimler, şehirleşme ve şehirlerin sorunlarıyla birlikte Antalya’nın şehirleşme sorunlarına da kısaca değinmek istiyorum. Belki belediyelerimiz bunları dikkate alır ve biz de küçük bir katkıda bulunmuş oluruz.
Değerli okuyucularım. Yaklaşan belediye seçimleri nedeniyle DÜNYANIN BİRLİĞİ ile ilgili yazılarıma ara vererek Türkiye’de yerel yönetimler, şehirleşme ve şehirlerin sorunlarıyla birlikte Antalya’nın şehirleşme sorunlarına da kısaca değinmek istiyorum. Belki belediyelerimiz bunları dikkate alır ve biz de küçük bir katkıda bulunmuş oluruz.
Yönetimin tarihsel gelişimine baktığımız zaman ilk yönetim birimi olarak SİTE denilen şehir yönetimlerini -şehir devletlerini- görüyoruz. Bu şehir devletlerinde başkan veya kral gibi siyasi yetkili bir yönetici vardı. Zamanla bu siyasi yetkiler yetersiz gelmeye başlayınca krallar tanrısal yetkilerle güçlerini artırarak mutlak monarşilerin yolu açıldı.
Mutlak yetkilerle güçlenen krallar çevrelerindeki şehirlere saldırarak yönetim alanı ve yönetim birimleri çoğaldı. Ulaşım ve iletişim olanaklarının çok kısıtlı olduğu bu dönemlerde tüm ülkeyi tek merkezden yönetim çok zor olacağından fethedilen şehirlerin kralları merkezi şehrin egemenliğini tanımak ve vergi ödemek koşuluyla görevinin başında kaldı. Örneğin Pers İmparatorluğunda yüzlerce kral vardır, ama hepsi de büyük kralın egemenliğini tanır ve vergi öder. Bağlı krallar kendi kent veya ülkesini kendi kurallarına göre yönetir.
Çünkü Pers İmparatorluğu Hindistan’dan Tuna Nehrine dek beş buçuk milyon kilometreyi aşan bir alanda çok farklı milletlerin, dillerin, dinlerin, kültürlerin ve iklimlerin bulunduğu bir alan olup bunların hepsini aynı kurallarla yönetmek olanaksızdır. Yani bağlı krallıklar merkezi yönetime siyasi ve mali -vergi- açıdan bağımlı olsa da her krallık kendi ülke koşullarına göre oluşturulmuş bir yerinden yönetime sahiptir.
İlkçağların bu yönetim tazında rahip krallar her ne kadar dinsel otoriteyi de üstlenseler de siyasi otoriteleri ön plandadır. Fakat Orta çağ Avrupa’sına Hıristiyanlık egemen olduktan sonra ruhani -dinsel- otoritelerini kaybeden krallar siyasi otoritelerini de kaybedince -Ruhani otorite siyasi otoritenin üstüne çıkınca- Papalık büyük kralın yerini alırken krallıklar da adeta siteler gibi Derebeylik denilen daha küçük birimlere ayrılarak parçalanan ülkelerinde bir bakıma işlevsiz kaldılar. Çünkü derebeyler krallarından çok Papa’ya bağlı olduğundan kralların merkezi otoritesi oldukça zayıflamış olup derebeylikler yerinden yönetimin en güçlü örneklerini oluşturuyordu.
Bu dönemde doğudaki devletlerde eski sistem devam ettiği için merkezi yönetimin kralları gücünü devam ettiriyordu. Bunlara örnek olarak Osmanlıya bakacak olursak Osmanlıda 250’den fazla eyalet olup bunlar vergi durumuna göre yıllıklı ve yıllıksız diye ikiye ayrılıp yıllıksız eyaletler doğrudan merkeze bağlı iken özel yönetimi olan merkezden uzak eyaletler bir bakıma iç işlerinde bağımsız gibi olup merkezden atanan beylerbeyi veya Eflak, Boğdan, Erdel gibi eyaletlerde yönetici aileden gelen birisinin voyvoda olarak atanması şeklinde yönetiliyordu. Bunlar merkeze yıllık bir vergi öderlerdi.
Konu biraz dağılır gibi oldu ama toparlayacak olursak Avrupa’daki krallar 1453’te İstanbul surlarını yıkan topları kullanarak derebeylerin şatolarını yıkıp eğitimi kilisenin elinden alarak merkezi otoriteyi hakim kıldılar. Bu merkeziyetçi krallıklar hızla güçlenerek imparatorluk aşamasına hatta bununla da yetinmeyip deniz aşırı ülkeleri içine alan sömürge imparatorlukları haline geldiler.
Osmanlıda da Fatih, bu durumu fark ederek bir yandan köle sistemine -dönmelerle yönetime- öte yandan felsefe ve bilimsel eğitime ağırlık vererek Osmanlıyı İmparatorluk haline getirdi. Fatihten sonra gelenler, 1550’lere dek Fatihin toplarının sağladığı ateş üstünlüğü ile kolay zaferler kazandılar. Fakat 1500’lü yılların ilk yarısında siyasi otoriteyi dinsel otorite ile güçlendirmek isterken dinsel otorite siyasi otoriteyi de kullanarak güçlenince Osmanlı çağdan koptu. Adeta Orta çağa döndü. 1600 yılında Avrupa’nın toplarının menzili Osmanlı toplarını aşınca da Osmanlıda zirveden geri dönüş başladı. Osmanlı Avrupa’nın birinci sınıf devletlerinden hatta dünyanın en büyük ve en güçlü devleti iken ikinci ve kısa süre sonra da üçüncü sınıf devletleri arasına düştü.
1789’da Büyük Fransız İhtilali olduğunda Osmanlının merkezi otoritesi oldukça zayıflamış ve yüzlerce eyalete dağılmıştı. Milliyetçilik fikirleri bu parçalanmış yönetim sisteminde daha kolay dağılıp yayılıyordu. Bunu fark eden 2. Mahmut yönetimi merkezileştirmek için pek çok ıslahat yaptıysa da medrese eğitimine dayalı dinsel otorite siyasi otoritenin elini kolunu bağlıyordu. Nihayet önlenemez sonuç gerçekleşerek Osmanlı önce dağıldı sonra yıkıldı.
Birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra dünya iki kez yeniden kuruldu. Birinci dünya savaşından sonra Osmanlı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi kıta içinde egemen klasik imparatorluklar dağılarak 20’den fazla yeni devlet ortaya çıktı. Denizaşırı sömürge imparatorlukları ise ikinci dünya savaşından sonra dağıldı. 20. Yüzyıl, milliyetçilik akımlarının da etkisiyle genelde milletlerin kendi devletlerini kurduğu ulus devletler dönemi oldu.
İmparatorluk geleneğinden gelen Türkiye Cumhuriyeti de bir uluslaşma sürecine girerek merkezi yönetimin güçlü olduğu üniter bir yapılanma içine girdi. Üniter devlet, tek merkezden yönetimi esas alır. Federal devletlerde her federe devletin kendi yasama yürütme ve yargı organı olmakla birlikte dış ilişkiler ve mali açıdan merkezi hükümete bağlıdır. Federal merkezi hükümetle uyumlu çalışır.
TC Anayasasının 3. Maddesi “Türkiye devleti bölünmez bir bütündür” diyerek federasyona kapıları kapatmıştır. Fakat 780 bin km.lik bir ülkeyi tek merkezin kurallarına bağlamanın yarattığı olumsuzlukları gidermenin yolu da yerel yönetimlere düşmüştür. Bu bakımdan yerel yönetimler -belediyeler- yönetim sistemimizde önemli bir yer tutmaktaydı. Çünkü yerel yönetimlerin özerkliği arttıkça faydası da artmaktadır. Gerçek demokrasilerde merkezi yönetim, yerel yönetim ve sivil toplum örgütleri güçler ayrılığı gibidir.
Fakat yerel yönetimlerin alanı daraltılıp merkezileştirildikçe işlevini yerine getiremez hale gelmektedir. Ülkemizde yerel yönetimler son zamanlarda yetkilerinin büyük bir bölümünü merkezi yönetime kaptırdığı için, merkezi yönetim ise yetkilerinin büyük bir bölümünü uluslararası kurumlara devrettiği için durum, merkezi bir parti devletinin yereli kullanma yönetimine dönmüştür.