Ben de Newcastle’da gördüklerimden etkilenerek, önce oturduğum sitenin bahçesindeki kamışların bir bölümünü korumaya çalıştım. Fakat iskân için, peyzaj için vs. derken bahçe temizlenip düzlenip tarla haline getirildi. Doğal olan hiçbir şey kalmadı. Nihayet sitenin çıkış kapısının kenarında, duvarla kaldırım arasında bir karıştan az bir alanın betonlaşmasını engellemeye çalıştım.
“Bakın, buralarda daha hiç kimse yokken, bu kamışlar buraların sahibiydi. Sonra insanlar geldi, buralarda portakal bahçeleri kurdu. Onlar bahçenin sulanmayan, gübrelenmeyen, bakılmayan bölümlerine veya dışına çekildi. Fakat yine de yaşamını sürdürdü. Şimdi bırakalım bir avuç içi kadar yerde, buranın doğallığının simgesi olarak kalsınlar. Geçmişten bugüne yaşamın sürekliliğine dair bir enerji aktarsınlar” dedim.
Komşular kırmadılar… Fakat kamışlar o avuç içi kadar yerden öylesine fışkırdılar ki, sanki kazılan, sökülen, kaldırımların, betonların altına hapsedilen tüm kamışlar, oradan bir yol bulmuşlar ve son sürat, o delikten nefes almaya çalışıyorlar, oradan güneşe uzanıyorlar.
İki ayda insan boyunu aştılar ve çıktıkları delik çok dar ve fakat sayı çok fazla olduğundan, kaldırım tarafına doğru yaslanmaya başladılar. Tabi hemen yakınmalar da başladı. Neymiş efendim, otoparktan çıkarken sağ taraftan görüşü engelliyormuş. Kaldırımı daraltıyormuş vs. Oysa, beş metre kaldırım, sabahtan akşama beş on kişi ancak geçiyor. Ara sokak olmasına rağmen, yol çok geniş ve trafik neredeyse sıfıra yakın.
Ama yine de ben, “Daire biçiminde bir iple bağlayalım, sağa sola yatmasın” dedim. Fakat kamışlar o kadar gür ve güçlü ve o kadar yaşama arzusuyla dolu ki; bir gün ipi koparmış ve yanlara yatmış. Yine şikâyetler yakınmalar, efendim burada bu olmazmış, burası şehir merkeziymiş, kamış görecek olan, şehrin dışına çıkmalıymış vs.
Bu kez kamışları kökünden kestim ve dedim ki, “Bırakalım bunlar burada yaşasın. Bakın dünya kadar masraf ettiğimiz, gözümüz gibi baktığımız çimler çiçekler ve öteki peyzaj bitkileri tüm emek, masraf ve sevgimize burun kıvırıp, yaşasak mı ölsek mi diye düşünürken, kamışlar yaşama adeta saldırıyor. Üstelik bizden hiçbir şey de istemiyor. Bunların boyu bir metreyi geçip, sağa sola sarkmaya başlayınca keselim” dedim.
Bir süre de böyle idare ettik. Ama kamışlar her kesilişinde daha gür çıkmış ve kenarında ki betonu bile çatlatmıştı. Ben yaşama arzusunu, yaşama sevincini, yaşamın gücünü bu kamışları gördükten sonra anladım, diyebilirim.
Sonra, bir sene yazlıktan döndüğümde üzerine beton döküldüğünü gördüm. Koca semtte biz, Türkiye’nin değişik kentlerinden gelmiş, oranın yabancısı olan insanlar, oranın yerlisi ve yüzlerce yıllık sahibi olan bir bitkiye, bir avuç içi kadar yerde yaşama hakkını bile çok gördük. Demek ki doğa her ne kadar paylaşmak ve birlikte yaşamaksa, insan da o denli bir bencillik duygusu içinde, diye düşündüm.
İkinci bir anım da yine aynı sitenin önündeki kaldırımın düzenlenmesiyle ilgiliydi. Almanya’nın pek çok kentinde, özellikle de Köln’de, trafiğin yoğun olmadığı sokaklarda kaldırımların, araba park edilen ceplerin, kısa boylu, çiçekli bitkiler veya çimler ve çiçeklerle çok güzel dizayn edildiğini görmüştüm.
Avustralya’da ise zaten kaldırımların büyük çoğunluğu çimdir. Ortada dar bir yürüme bölgesi vardır. Ve bu çimli çiçekli alanların bakımı da oldukça iyidir. Sokakta yürüyen insan; betondan, asfalttan çok, bahçenin ve kaldırımın yeşilini, doğayı ve doğallığı hisseder.
Bizde ise kaldırım, tek tipliği ve dayatılmışlığı çağrıştırır. Ya hiç yoktur ya her yerde vardır. Ya her yerde toz toprak çamurdur, ya da her yerde betondur. Önemli kentlerin merkezi yerlerindeki doğal kaldırım taşları, son yıllarda boyalı beton taşlarla değiştirilmeye başlanmış ve şimdilerde de belediyelerin hizmet göstergesi gibi kabul edilen bu alışkanlık, dış mahallelere dek yayılmaktadır. Güya merkezle kenar, aynı taşın tek tipliğinde birleşince, eşit hizmet sağlanmış olacaktır.
Bir de belediyelerin binalara iskân vermek için beton bir kaldırım yapma koşulu vardır. Belediye her tarafa tek tip kaldırımını yapana dek bu geçici bir kaldırımdır. Aslında milli serveti çarçur etmektir, israftır. Fakat iskân başvurusunda bulunacaksan kaldırımı betonlamak zorundasın.
İşte sitenin kaldırımı betonlanırken dışarıda gördüklerimin etkisiyle, “Antalya’da farklı bir kaldırım örneği yaratalım. İki tarafa birer metre genişliğinde beton atalım, ortasına çim yapalım” dedim. Efendim kaldırım daralır da çime bakmak kolay mı da belediye istediği şekilde kaldırım yapılmayınca iskân verir mi de vs. vs…
Dedim ki, ‘’Valiliğin arkasındaki sokakta kaldırımın genişliği bir metreye dek düşüyor ve günde oradan on binlerce insan gelip geçiyor. Bizim kaldırımın ortalama genişliği altı metre. Bunun iki metresini geçişe bırakıyoruz ve bizim kaldırımdan gelen geçen insan neredeyse yok gibi. Çimlerin bakımı da kolay. Bahçedeki sulama sistemine bağlarız. Kendiliğinden sulanır. Kapıcı bahçenin çimlerini biçerken onları da biçer. Beton isteyen belediyenin beyni de beton değil ya, bir şekilde anlatırız,” diye komşuları ikna edip bu kaldırımda düşüncelerimizi gerçekleştirdik ve gerçekten çok da güzel oldu.
Fakat, 2008’de belediye seçimleri arifesinde belediyemizi, halka hizmet aşkı sarınca, beton kaldırımların betonları delici kırıcı makinelerle kırılıp, kepçelerle kamyonlara yüklenip, şehir dışındaki çukur alanlara dökülürken bir yandan da yüzü kırmızıya boyanmış, fabrikasyon kaldırım taşları, büyük bir süratle ve hatta tabiri caiz ise yangından mal kaçırırcasına, serpiştirilip geçildi. Bizim çimler, palmiyeler ve sulama sistemleri de “Ne oluyor, dur, dinle” demeye kalmadan sökülüp atıldı.
Neymiş efendim: müteahhide verilen kaldırım tipi tek tipmiş, farklı olamazmış. Ayrıca buraya cep yapılacakmış. “Beyefendi burada cep yapmaya gerek yok. Bak sokakta hiç araba yok, trafik yok. Her sitenin kendi otoparkı var. Kaldı ki hariçten bir araba gelse bile, sokak zaten çok geniş, iki tarafa da park edilse bile yoldan üç araç yan yana geçer.
Ayrıca ellerindeki taş sınırlıymış, tüm mahalleye yetirebilmek için kaldırımlarda daralmaya gidilecekmiş. Farklı bir işlem için belediyenin izni gerekirmiş. Hasılı : miş, miş, miş de miş.
Belediyede fen işleri müdürünü bulup, derdimizi anlatmaktan başka çare kalmamıştı, ama fen işleri müdürünü bulmak, sokakta altın bulmaktan da zordu. Mübalağasız 2008’in Mart ayı boyunca hemen her gün belediyeyi arayıp fen işleri müdürü ile görüşmek istediğimi söyledim. Her seferinde müdür arazide dediler. Nasıl müdürdür, hangi arazidedir, yoksa arazi mi olmaktadır, akıl erdiremedim.
Her taraf yapıldı bizim kaldırım yarım kaldı. Sonra ben yazlığa gittiğim zaman başka komşuların girişimiyle bizim kaldırımda, eskisinden daha dar da olsa, bir çim alanı bırakılmış. Böylece Antalya’da kaldırımlarda tek tipliği bozmayı başarabildik ve dayatılana karşı, vatandaş olarak alternatifimizi ortaya koşmuş olduk.