Senin hayatın ağlayarak geçecek. Benim hayatımsa savaşarak. İkimiz de kaybedeceğiz… Ama üzülme. Hayat karşısında hiç kimse kazanamamıştır.

Tarih boyunca çok kişi denedi. Kazanan olmadı. Olmayacak da. Herkes sonunda ölür. Yani kaybeder.

Hayat karşısında kaybetmek kaçınılmazsa başka bir çıkış yolu olmalı. Ve biz bu yolu bulmalıyız. Hayatla savaşmamalıyız. Başka düşmanlar aramalıyız kendimize.  Baksana, düşmansız ve düşmanlığın olmadığı bir dünya dilemeyi bile unutmuşuz. Önce düşmanlığı ortadan kaldırmalıyız aslında. Sözlüklerden bile kaldırmalıyız “düşmanlık” sözcüğünü. Peki nasıl olacak bu iş? Bilmiyorum. Sadece el yordamıyla arıyorum ben de çareyi.

Bir film sahnesi hatırlıyorum. Dünya Şavaşının ortasında komutanların büyük bir yemek masasının etrafında oturmuş birbirlerine hava attıkları, böbürlendikleri bir sahne. Masada şık hanımlar da var. Bir komutan torpidoyu gönderip düşman gemisini nasıl batırdığını anlatıyor. Herkes gülüyor ve ve onu kutluyorlar. Diğer bir komutan bir şehri nasıl bombaladığını ve düşmanları yok ettiğini anlatıyor. Alkışlar, kahkahalar ve mutluluk ifadeleri masadakilerin yüzünden eksik olmuyor. Sadece bir kadın gülmüyor ve -eleştiren bir ifade ile- böbürlenmeye devam eden komutanları izliyor. Bu durum en yüksek rütbeli komutanın dikkatini çekiyor ve aralarında bir diyalog geçiyor. (Tam hatırlayamasam da ana fikir olarak yazayım.)

“-Zaferlerimiz sizi mutlu etmiyor mu?”

“-Hayır, insanları öldürmek mutluluk kaynağı olmamalı.”

“-Ama onlar düşman. Biz düşmanları öldürüyoruz. Yoksa onlar bizi öldürecek.”

“-Peki yanınızda oturan beyleri de öldürür müsünüz?”

“-Hayır, neden öldüreyim? Onlar arkadaşım, onları tanıyorum.”

Kadın tartışmayı bitiren sözleri söylüyor.

“-Öyleyse bütün insanları birbirleriyle tanıştırmamız gerekiyor.”

Belki bir nebze işe yarar tanımak, tanışmak, yakınlaşmak. Ama yine de kesin çözüm olarak göremiyorum. Çünkü biz insanız. Yani yeryüzündeki ‘alfa’yız. Besin zincirinin en tepesindeki tür biziz. Diğerlerine üstünlük sağladıktan sonra birbirimize üstünlük sağlamak zorundayız. Bunun için sürekli savaşmamız kaçınılmaz. En sonunda da savaş alanı ruhumuz ve bedenimiz olan meydanda kendimizle savaşıp kendimizi yok etmeye mahkumuz.

Bu paradokstan kurtulmak için arayışımıza devam edelim.  Ne yapabiliriz? Düşmanlığın olmadığı bir yere gidebiliriz. Yani insanların, yani hayvanların, yani dikenli ve zehirli bitkilerin, yani doğal afetlerin, soğuğun ve sıcağın olmadığı bir yer bulup oraya yerleşelim. Hatta farklılıklar bile olmasın.

Var mıdır böyle bir yer? Varsa da biz bulabilir miyiz orayı? Bence bulamayız. Çünkü yoktur öyle bir yer. Diyelim ki var. Biz huzuru bulmak için oraya gittiğimizde bunu ne kadar sürdürebiliriz? Tabi ki sürdüremeyiz. Çünkü hala eski ‘biz’iz. Orayı da eski yaşam alanımıza çeviririz. Çünkü ‘biz’ biziz. Yani biz, ‘biz’ olarak oraya gitmemeliyiz. Bir başka şey olarak gitmeliyiz. Ki gerçek anlamda eksikliklerimizden ve fazlalıklarımızdan kurtularak, travmalarımızın bizi saldırganlaştırmadığından emin olalım. Bunun için başka bir şeye dönüşmek gerekiyor. İyi de başka bir şeye dönüşürsek ve biz olmaktan çıkarsak ne anlamı kalır yeni arayışlarımızın? Biz, ‘biz’ olmaktan çıktığımızda tüm bu arayışlarımızın, yolculuğumuzun bir anlamı kalacak mı? Bence bu yolculuğun hiçbir anlamı kalmayacak. Çünkü bu da bizim yeni paradoksumuzdan başka bir şey değil.

İşte tam burada “otur oturduğun yerde” der içimizdeki ses. “Öyle çok büyük şeyler de bekleme yaşamdan. Olabildiğince olsun, varacağı yere varsın, inceldiği yerden de kopsun…”

Sen hep ağla ve ben hep savaşayım. İkimiz de sonunda kaybedelim. Büyük mücadelemizin içindeki küçük küçük zaferlerimizle övünüp avunalım. Yaşamın dengesine, döngüsüne, dalgalarına, akışına bırakalım benliğimizi. Akıp gidelim diğerleri gibi. Ne olacaksa olsun sonumuz. Çok da kafaya takma yani. Yani. Sağlıcakla…