Mevcut Neoliberal kapitalist sistemde, kapital sahipleri kazanırken işçi sınıfı ve halklar fakirleşmektedir. Çevre yakılıp yıkılıp yok edilmekte, hava, su ve toprak kirlenmekte, gıdalar doğallıktan uzaklaşmakta, kısacası her şey uluslararası sermayenin çıkarları için feda edilmektedir. Bu yüzden ezilen sömürülen kesimler, işçi sınıfı ve çevreciler buna karşı çıkarak ulus devletlerin dayanmasını, direnmesini, ulusal çıkarları savunmasını istemektedir.

Fakat maalesef ulus devletlerin kendi ulusu üzerindeki egemenliği sürekli yıpranmakta askeri, hukuki ve siyasi yetkilerini ulus ötesi kurumlara (Örneğin hukuk: Avrupa insan hakları mahkemesi, Siyaset: Avrupa Parlamentosu: askerlik: NATO gibi) devretmekte ve küresel sistemin yönetimine girmekte ve küreselleşmenin sömürülen tarafında yerini almaktadır. Egemenliği elinde tutan az gelişmiş ülkelerde ise insanlar bu ülkelerin antidemokratik yönetimleri tarafından daha fazla ezilmektedir.

Çünkü 19. Yüzyılın egemen güçleri olan ulus devletler ekonomi, siyaset ve hukuk açısından egemenliklerini kaybettikçe bu boşluğu dünya çapında doldurmaya ve yönetmeye çalışan 21. Yüzyılın egemen gücü ABD, bir dünya imparatorluğu haline gelmektedir. Bazı yorumcular da bu durumun belirli sınırları, toprak ve karasal alanları olmayan, tüm dünyayı içine alan birleşik tek bir pazar veya birleşik yeni bir dünya egemenliği olarak algılamakta ve bunu yeni bir yönetim anlayışı olarak kabul etmektedir.

Yani sermayeyi elinde bulunduran kapitalist dünya bu yeni sistemi tüm dünyaya dayatmakta ve neoliberal ekonomi modeli kendi kurallarını dayatırken küreselleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Bu amaçla Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumları kullanarak küresel tek pazarı dayatırken, dünyanın siyasal anlamda birliğine karşı çıkmaktadır.

Daha doğrusu kapitalist dünya öylesine büyük bir pazar oluşturmuş ki bu pazarın dışında kalanlara ne bir şey satmak ve ne de bir şey almak olanaksız gibi bir şeydir. Çünkü küresel sermayenin dışında kalan ülkelerde almak istediğiniz mamul mal yoktur. Satmak istediğiniz mallar da ya onlarda da olanların aynısıdır ya da alacak gücü yoktur. 

Onun için bu sistemin dışında ayakta kalmak olanaksız gibi bir şey iken sisteme girmenin bedeli de çok ağırdır. Ama küreselleşme ulus devletlerin kendi egemenlik alanlarını sınırlandırmasına karşın birçok nedenden dolayı devletler buna girmek zorunda kalmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin küresel sermayeye katılmalarında ekonomik zorunluluklar kadar yönetenlerin yemlenmesi de çok önemli olmaktadır.

Çünkü kapitalistlerin yıkamayacağı hiçbir kale olmadığı gibi satın alamayacağı siyasetçi de yok gibidir. Gerekirse satın alamadığını suikast ile öldürtüp satın alacağını iş başına da getirebilmektedir. Yani liberal dünya, kendi kurum ve kurallarıyla dünyaya yayılırken, kapitalist ülkelerin gücünü ve satın aldığı ulus devlet yöneticilerinin desteğini de kullanmıştır.

Bu yüzden Bertrand Russell “Şimdi büyük devletlerin, başka devletlerin kişilerini, canları ne zaman isterse öldürme hakları vardır, ama bu öldürme özgürlüğü hak uğruna, gerçek uğruna kahramanca ölmek kılığına sokulmuştur. Yurtseverler hep yurtları uğruna ölmekten söz ederler, yurdu uğruna öldürmekten söz eden yoktur” diyor.

 Ayrıca Küresel Sermaye: IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve Para Fonu gibi uluslararası kuruluşları da arkasına alarak çok büyük bir güç haline gelişmiştir.

Sonuç olarak ABD ve çevresindeki gelişmiş ülkeler, malların ve sermayenin tüm dünyada serbestçe dolaşabileceği yeni kapitalizmle küresel sermayeyi yaratmış ve Modern Dünya Sistemi adını koyduğu bu sistemi tüm dünyaya dayatarak dünyayı sömürmektedir.