Antalya’da yerleşim merkezlerinin dışına çıkıldığında ve insan eliyle tahrip edilmemiş yerlerde, Akdeniz ikliminin kendine özgü doğal bitki örtüsüyle karşılaşılır. Maki adı verilen ve yaprağını dökmeyen, bu kısa boylu bitki toplulukları, sıcaklık ve kuraklığa dayanıklı, toprağı ve suyu tutan ve güneş ışıklarını yansıtan, oldukça da farklı bir güzellik sergileyen bitkiler olup, bulundukları doğanın, ormanın, toprağın ve kayanın tamamlayıcı unsurları gibidir.

Şehir planlanırken bunlar yer yer korunursa, ilerde çocuklarımıza Akdeniz bitki örtüsünü anlatmak için dağlara çıkmaya gerek kalmayacaktır. Ve yine iddia ediyorum, iyi bir düzenleme ile her coğrafyanın doğal bitkileri, Afrika’dan, Amerika’dan getirilen özel bitkilerden daha güzel bir görüntü sağlayacaktır.

Diğer kentlerimiz için de durum pek farklı değildir. Yani ülkemizde bir yeri imar etmek demek, önce oradaki doğal yapıyı yok etmek anlamına gelmektedir. Bu yüzden insanın girdiği yer, elinin değdiği yer, maalesef kaybedilmiş yer anlamına gelmektedir. Bu yüzden, Türkiye’nin en güzel yerleri insanların ulaşamadığı bakir alanlardır.

Oysa gelişmiş ülkelerde doğanın korunması için büyük bir hassasiyet gösterilir. Özellikle Avustralya’da bunun çok güzel örneklerini gördüm. Örneğin Antalya büyüklüğündeki Newcastle’da mahalleler çoğu yerde, ormanın içinde kaybolmaktadır. Çünkü fazla yüksek olmayan (bir veya iki katlı) evler, doğal doku bozulmadan yerleştiriliyor parsele. Yani doğal orman kesilmeden, bir ev oturtacak kadar boş bir yerine, eğimine uygun biçimde evler oturtulduğundan, yüksek bir yerden kente bakıldığı zaman yalnızca yollar görünüyor. Evler ormanda kayboluyor. Parklarda ise, oyun alanları vs. düzenlemeler için ağaç kesimi fazlaca yapıldığından, yollarla parklar fark ediliyor sadece.

Oysa aynı durum bizde olsa, önce oradaki ağaçlar kesilir, sonra arazi dozerlerle düzlenip eğim kaldırılır, taşı kayası ayıklanır ve peyzaj adı altında, doğala aykırı bir ağaçlandırma başlatılır. Tepeden baktığınız zaman da evlerin tepeleri kızarır. Ancak yol kenarlarıyla parklar ağaçlı ve yeşildir. Doğala yakın yerlerdir. Yani Newcastle’ın tam tersidir.

Çünkü hemen tüm kentlerimizde, doğal eğime uymak, arsadaki bir taşı, bir kayayı korumak, doğal bitki örtüsünden örnek oluşturabilecek boşluklar bırakmak gibi bir düşünce yoktur, bizim planlarımızda.

Beşerî coğrafyada hayat tarzları gruplanırken temel ayrım olarak, doğaya hâkimiyet esas alınmaktadır. Buna göre, doğanın insan üzerinde hâkim olduğu bölgeler ve insanın doğaya hâkim olduğu bölgeler diye ayrım yapılır.

Bugün artık, doğanın insan üzerinde etkin olduğu bölge hemen hemen kalmamış gibidir. Fakat insanın doğaya hâkimiyeti ise doğaya tahammülsüzlüğe ve ondan faydalanmanın ötesine geçerek, onu yok etme aşamasına gelmiştir. Ve maalesef insanlar, doğasız bir yaşamın olanaksızlığını ezber bilgi olarak bilse bile, duygu, düşünce ve inanç aşamasında, çıkarına yenilmektedir.

Neden böyledir derseniz: böylesi, insanların kolayına gelmektedir. Herkes gelecekten yemekte ve gelecek bitirilmektedir. Yoksa yaşasın bakalım insanlar bir başına bu dünyada. Ağaçlar, hayvanlar, çiçekler, kuşlar, dağlar, vadiler, eğimli yüzeyler ve taşlar olmadan, yaşayabilecekse.

Elbette ki, dünyayı yalnız insanlar için düşünmek de insanların dünyada bir başına yaşayabileceğini düşünmek de olanaksızdır. Dünyada yaratılmış olan her şey, yaşamın gerekli bir parçası, bütünleyicisi olduğu gibi, dünya da: üstünde var olan her şeye ve herkese aittir.

           

Bir ülke/ Ne bir canlıya aittir/

Ne bir devlete/ Ne de bir millete

Ülke aittir üzerindeki

Canlı cansız her şeye ve herkese.

Bu yüzden dünyayı, bitkiler ve hayvanlarla, yeryüzündeki canlı cansız tüm varlıklarla bir bütün olarak düşünmek ve planlamak zorunluluğu vardır. Fakat bizim kentlerimizin planlanmasında ne kuşlar ne çalılar ne kamışlar düşünülmüştür. Newcastle’da ise doğa olduğu gibi korunarak planlandığı halde, yine de ayrıca, hemen her evin bahçesinde kuşlar için suluk ve yemlikler vardır.

Rengârenk kuşlar ve papağanlar, parklarda bahçelerde insanlarla iç içe yaşamaktadır. Ve doğallığın olduğu her yerde güzellik, yapay bir duygudan çok, doğal bir doyumun, huzur ve mutluluğun benliğimizdeki ifadesidir, diye düşünüyorum.

Bu yüzden kentlerin en merkezi yerlerinde bile olsa, o kentin tarihi ve doğal dokusundan bir şeylerin bulunması, görülüp geçilen güzelliklerin ötesinde, o kente karşı derin ve içten bir ilgi, merak ve bağımlılık yaratır. Çünkü o farklı bir dünyanın, farklı bir güzelliğin simgesidir. Gerçi az da olsa bazı kentlerimizde, bu doğal güzellikleri görmek olanaklıdır. Yakın zamanlarda görmedim, ama Trabzon’un Boztepe’sinde, Giresun Kalesi’nde, Konya’da Meram’ın mesire yerlerinde, böyle doğal alanlar vardı. Umarım bozulmamıştır.

Antalya’da ise böylesi bir güzelliği, çok dar bir alanda olsa da Konyaaltı Caddesiyle deniz arasında kalan falezlerin üzerindeki Atatürk Parkı’nda çok az ve küçücük adacıklar biçiminde, Cam Piramit ve AKM de içinde bulunduğu pakın deniz tarafında görebiliriz. Çok az da olsa, doğal yapı korunarak, yapayla doğalın bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır. 

Akdeniz Üniversitesi bahçesinde de böyle çalılık, kayalık yerler çoktu. Örneğin İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinin yanında böylesi korunan doğal bir alanda, zeytinlerle çalılar adeta yarışmaktalar. Ve onların da altında çok gür bir maki florası doğal bir coşku gibi. Fakat bugün bu alanlar, çok azalmış olup hemen hemen tamamı düzlenip ya park ya da bina yapılmaktadır. Bunların korunması bence Antalya’nın kent planına, doğasına, güzelliğine, geçmişine ve geleceğine, yapılabilecek en büyük hizmet olacaktır.