Antalya’nın mavi sulara bakan kıyıları, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yaptı. Bazı dönemler var ki, halkın hafızasında derin izler bıraktı.

İşte o dönemlerden biri, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan İtalyan işgalidir. Her şey 28 Mart 1919’da, İtalyan donanmasının Antalya Limanı’na demir atmasıyla başladı. Şehrin sokaklarında yankılanan ayak sesleri, halkın içinde büyüyen kaygının habercisiydi.

İtalyanlar, savaş sonrası yapılan gizli anlaşmalara güvenerek Antalya’yı işgal etmişti. Antalya halkı, bu durumu asla kabullenmedi. Önce şaşkınlık, ardından öfke ve derin bir hüzün… Zira şehir halkı işgalin sadece bir askeri durum olmadığını, bir kültür mücadelesine dönüştüğünü çok iyi biliyordu. İşgal güçleri, kentin dört bir yanına bayraklarını asarken, halk kendi evlerinde, bahçelerinde Türk bayrağını saklıyordu.

O günleri yaşamış yaşlıların aktardığına göre, İtalyan askerleri halka doğrudan baskı yapmamaya özen gösteriyordu. Ama bu, işgalin ruhunu değiştirmiyordu. Bir sabah uyandığında toprağında yabancı bir bayrak görmek, hiçbir Antalyalının içine sindirebileceği bir şey değildi. Küçük gruplar halinde yapılan direnişler, gizli toplantılar ve camilerde edilen dualar… Hepsi, Antalya’nın kimliğini korumak için verilen sessiz bir mücadeleydi.

En çok etkilenenlerden biri de Antalyalı gençlerdi. Birçoğu ya silah altına alınıp uzak cephelerde savaşmış ya da işgalin psikolojik yükünü sırtında taşımıştı. İşgal yıllarında babasını veya abisini kaybeden çocuklar, o günleri gözyaşlarıyla anlatırdı. Büyükleri, onlara sabretmeyi ve günün birinde bu kara bulutların dağılacağını söylüyordu.

İtalyanların şehre getirdiği bazı yenilikler de yok değildi. Örneğin, bazı caddeler düzenlenmiş, birkaç yapı onarılmıştı. Antalya halkı bunları bir “iyilik” olarak görmedi. Ana olay, şehrin ruhuna yapılan müdahaleydi. Bir kentin kimliği, sadece taşlarla değil, insanların özgürlüğüyle şekillenir. İşte bu yüzden, yapılan her yenilik, işgalin bir bahanesi olarak algılanıyordu.

1921 yılına gelindiğinde, Antalya’daki işgalin sonu yaklaşmıştı. İtalya, Anadolu’da tutunamayacağını anlamış ve çekilmeye karar vermişti. Halk için bu, buruk bir sevinçti. Çünkü, kaybedilen yıllar, yaşanan acılar ve geleceğe duyulan kaygılar kolay silinmezdi. Ancak en azından, kendi topraklarında yeniden özgür olmanın gururunu yaşıyorlardı.

İşgal sona erdiğinde, Antalya eski günlerine dönmek için çabaladı. Ama bazı izler silinmedi. İşgal sırasında yazılan günlükler, halkın hafızasına kazınan hikâyeler ve dilden dile aktarılan anılar, bu dönemin unutulmamasını sağladı. Çocuklarına, torunlarına anlatılan o günler, Antalya’nın bağımsızlık mücadelesinin bir parçası olarak tarihteki yerini aldı.

Bugün, Kaleiçi’nde yürürken, o dönemin tanığı olan eski taş evler hâlâ ayakta. Belki de o taşlar, bir zamanlar yaşananları hâlâ fısıldıyor. Şehrin hafızası, insanlarının yüreğinde yaşamaya devam ediyor. Antalya, işgalin acısını unutmadı ama asla o günlere geri dönmemek için dersini de aldı.

Bu nedenle, her 28 Mart geldiğinde, Antalya’nın geçmişine bir selam vermek gerekir. İşgalin izleri silinse de, o dönemde verilen sessiz ama kararlı direniş, Antalya’nın karakterinin bir parçası olarak kalmaya devam edecek. Unutmamak ve unutturmamak, geçmişi anlamanın en önemli yolu değil mi zaten?

Ve işte Antalya, her zaman olduğu gibi, tarihinden aldığı güçle, mavi sulara bakan kıyılarında geleceğe umutla bakmaya devam ediyor…