En başta peşin olarak kabul etmemiz gerekir ki Türkiye’nin şehirleşmede başarısı sıfırdır diyebiliriz. Şehirleşmede başarısızlığımızı, göçebe toplum olmamıza, yerleşik hayatla tanışmamızın geç başlamasına, 1960’lara kadar yüzde 70’imizin köylerde yaşamasına, şehir kültürüne sahip olabilmek için, şehir havasının en az 4-5 nesil teneffüs edilmesi gerektiğine bağlayanlar, hepsi de ayrı, ayrı ve belli oranlarda haklı olabilirler.

Ama bence şehir kültürünün insanlarda yer edememiş olmasında ve şehirleşmedeki başarısızlığımızın temelinde, devlet fert ilişkilerimizdeki vurdumduymazlığın, Şarklı kurnazlık kültürümüzün, partizanlığın ve ezberci eğitim sistemimizin de oldukça etkili olduğunu düşünüyorum.

            Hızlı nüfus artışı, tarımda makineleşme, terörden kaçma ve diğer ekonomik ve sosyal koşulların sonucunda başlayan büyük kentlere göç furyası, kent nüfuslarında anormal artışlara neden oldu. Dengeler altüst oldu. Kentlerde, göçlerle gelen köylüler çoğunluk, eski kentliler azınlık durumuna düştü. 

            Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, Türkiye’nin nüfusu 1927’de 13,6 milyon iken 2007 da 71 milyona yükselmiş olup seksen yıllık artış beş kattan fazladır. 1950’de 20,9 milyon iken, 2000 yılında 67,8 milyon olup, elli yıllık artış da üç kattan fazladır. Oysa Japonya’nın 1925’den 1985’e elli yıllık nüfus artışı 59,6 milyondan, 122,6 milyona ulaşmış olup, yaklaşık iki kat gibidir.

            Türkiye’de 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında kentlerde oturan insan sayısı 3,3 milyon iken, (yüzde 24); 1950’de 5,2 milyona (yüzde 25’e) 1990’da 30,5 milyona (yüzde 54’e) 2000 yılında 44 milyona (yüzde 65) ve 2005 yılında 49.7 milyona (yüzde 70’e) ulaşmıştır. Yani kent nüfusu yüzde yirmi dörtten yüzde yetmişe çıkarken, kırsal nüfus, yüzde 76’dan yüzde otuza düşmüştür. Son yıllarda büyük şehirlerin köylerinin de şehir statüsüne alınmasıyla köy nüfusu %10’un bile altına düşmüştür.

            Şimdi buna bir de Türkiye’nin tüm dünyaya kapılarının açılmış olmasıyla on milyonun üstünde mültecinin de şehirlere yığılmasını eklerseniz, şehirlerin ne denli büyük bir yük altında ezildiği açıkça ortaya çıkar.

            Olayın tarım, hayvancılık, üretim gibi ekonomik boyutlarını hiç dikkate almadan sadece sosyolojik ve şehirleşme boyutuna bakacak olursak her yönüyle başarısızlığımız ortaya çıkacaktır. Çünkü bu denli hızlı bir kentleşme tablosunun, elbette ki sağlıklı biçimde gerçekleştirilmesi olanaksızdır. En gelişmiş toplumlarda bile bunun sancıları, sorunları olacak ve duyulacaktır. Bu bir akıl ve bilim işi, bir sorumluluk meselesidir. Sorumluluk alanlan insanların yıpranması kaçınılmazdır.

            Fakat bizde bu olgu sancısız, sorunsuz ve kolayca başarılmış, kimse de bu yüzden yıpranmadığı gibi, seçimden seçime yol, su, elektrik, tapu gibi avantalar dağıtılarak bunların desteği bile sağlanmıştır. Siyaset buralardan beslenmiştir. Kısacası bizde olay tam bir Türk mucizesidir.

Çünkü bizim kentleşme gibi bir sorunumuz olmayıp biz kentleri köyleştirmişizdir. Kentleşme kaygınız olmaz ise mevcut kenti köyleştirmek gerçekten kolay bir iştir. Olayın nedenine niçinine girsek çıkamayız. Fakat nedeni ne olursa olsun, köylüler bir sel gibi akıp gelirken şehre, bu durum devletin hiç umurunda olmamış. Saldım çayıra Mevla kayıra dercesine bir başıboşluk içinde gerçekleşmiş şehirleşmemiz.

Devletin aklının ucundan bile geçmemiş köyden gelenleri belli bir plan dahilinde yerleştirme, bir ev yeri verme ya da bir yer gösterme. Hazinenin arazisini planlı programlı tahsis edeceğine, ya da parası karşılığı köylüye satacağına göz yummuş mafyanın işgaline. Peşkeş çekip vatandaşını arazi mafyasına, razı olmuş mafyadan gayri meşru yolla gelecek üç beş kuruş harçlığa.

Ve devletin başlattığı yolsuzluk, rüşvet ekseninde böyle, böyle köyleşti kentler. Ama devlet her zaman zeytinyağı gibi üste çıkıp, kendi sorumluluğunu halka yıkıp, günah keçisi oldu yerleşenler. Örneğin İstanbul’da 1960’larda nüfus bir milyon iken 2010’larda 12 milyonu geçmektedir. Yine İstanbul’un yerleşim alanları, 1950’lerde 5 bin hektar iken 2010’lu yıllarda 300 bin hektara ulaştı. Yani nüfus 12 kat, yerleşim alanı 60 kat artmış oldu.

Sonuçta, Cumhuriyet döneminin Anadolu kasabalarının kentleşmesi beklenirken, köylerden gelen aşırı nüfusla kentler de kasabalaşıp köyleştiler. Fakat farklı basınç tabakaları ya da farklı yoğunluktaki büyük su kitleleri gibi, bu iki insan grubu da birbirlerine karışıp kaynaşamamaktadır.

Bunlar aynı kentte, genelde iki farklı insanı, iki farklı kültürü, farklı ekonomik ve sosyal yapılanmaları temsil etmektedirler. Özel de ise ikinci üçüncü nesiller ve kentlilik süresine bağlı farklılıklar da vardır.

Her şeyden önce köyler, herkesin her şeyini bildiği, kimsenin kimseden bir şey saklayıp gizlemek gereği duymadığı, ortada, açık ve aleni bir yaşam tarzını simgeler. Aşırı muhafazakârlığı kaldırmaz.

Örneğin köylerde her yerini örtüp evde kapanan bir kadın tipi düşünülemez. Çünkü kadın çalışma hayatına katılmak zorundadır. Bağa bahçeye, tarlaya, çadıra ve dağa gitmek, hayvan otlatmak, ekin biçmek, nohut yolmak zorundadır. Bu işleri bu kıyafetlerle yapamayacağı gibi, tümünü tanıdığı köylülerinden bu biçimde saklanmaya da gerek duymaz.

Ama kentlerde kırsal faaliyetler kısıtlandığı oranda eve kapanma ve tanımadığı farklı geleneklere sahip kalabalıklardan korunma, kendini savunma duyguları, insanların kendi değerleri ile kendilerine bir duvar örmelerine neden olmaktadır. Bunun en çarpıcı ve en belirgin örneği Avrupa’daki Türkler üzerinde görülmektedir. Örneğin Brüksel’in en merkezi yerlerinde Emirdağlılar 2010 yılında 1970’lerin Emirdağ’ını yaşamaktadır.

Köyden gelenle kentlinin kaynaşması, aynı yaşam tarzını paylaşması, birbirine katlanması ve yardımlaşması da olanaksız gibidir. Merkezdekiyle varoştaki iki ayrı insan tipidir. İki ayrı kültür, iki farklı bakıştır. Duyguları, düşünceleri farklı dünyalara aittir. İki farklı milletin fertleri gibi birbirine yabancıdır.

Bunları neden yazıyorum. Çünkü bence kentin birinci sorunu budur. Kente yaşayanlar köylü, kasabalı, Müslüman, Hristiyan, Kürt, Türk, Arap, Rus, Afgan vs olabilir. Önemli olan bunların dünya standartlarında bir şehirleşme bilinç ve kültüründe birleştirebilmektedir. Bu mümkün müdür derseniz, derim ki mümkündür. Ben bunu Amsterdam’da, Sydney’de gördüm ve yaşadım. Laik ve demokratik bir hukuk devletinde devlet ayrıştırmacı, dışlayıcı davranmadığı takdirde kimse kimseyi ayrıştırmadan dışlamadan huzur içinde ve kentlilik bilinciyle yaşamaktadır. Gerekli olan her insana etik değerler çerçevesinde yansız ve samimi bir yaklaşım gösterebilmektir.

Bence belediyelerimizin birinci görevi şehirde yaşayan insanları -eşit temelli bir tek tiplik değil elbette ki- ama olabildiğince ileri bir şehircilik bilinç ve kültürüne taşıyabilmenin yollarını araştırmak olmalıdır diye düşünüyorum.