Antik çağda Antalya’sında yollara düşmek demek, Akdeniz’in büyüsüne kapılmak rüzgarla harmanlanmış tarih kokusunu içine çekmek demekti.
O zamanlar yollar bugünkü gibi asfaltla yapılmış değildi. Taşların üzerinde yürüyen ayakların bıraktığı izler, yüzyıllardır taşıdıkları hikayeleri anlatırdı. Attaleia’dan yola çıkıp Pamphylia’nın antik kentlerine ulaşan yol yalnızca taşlarla örülü bir yol değil aynı zamanda değişik kültürlerin ve inançların buluşma noktasıydı.
O dönemde yaşasaydım, bir sabah erkenden kalkar, sandaletlerimi giyer, Attaleia’nın taş sokaklarından çıkıp güneşin yükseldiği yöne yürürdüm. Kulağımda kuş cıvıltıları, yanı başında zeytin ağaçları, kekik ve adaçayı kokusuyla yola koyulurdum. Yolculuğum belki de günler belki de haftalar sürerdi ancak bu yollar yalnızca bir yere varmak için olmadığını bilirdim. Belki bir tapınakta belki de bir çobanın gölgesinde kendimi bulmak için çıkardım yola.
Yollar beni Perge’nin o meşhur mermer sütunları arasına ya da Termessos’un kartal yuvasına götürürdü. Geçtiğim her patika, her taş yol, yüzyıllar öncesinin izlerini taşırdı. Bir köşede savaşlardan dönen askerlerin ayak izleri, diğer bir köşede ticaret yapan tüccarların öyküleri gizli olurdu. Her köşesinde bir zamanlar Apollon ya da Artemis’e adanmış bir sunağın kalıntılarına rastlar, yoldan geçen başka yolcuların bıraktığı duaları duyardım.
Belki de Likya yolu üzerinden Patara’ya doğru yol alırdım. Gökyüzünde dağılmış yıldızların altında Likyaların, Romalıların belki de bir gezginin yolu olan bu topraklarda ben de bir iz bırakır, binlerce yıllık bir mirasın çarsı olurdum.
Antalya’nın antik yolları, bugünden bakıldığında yalnızca birer taş yol değil, geçmişe açılan bir kapı, insanın kendini keşfettiği, doğayla ve tarih ile bütünleştiği bir serüven. Ve kim bilir, belki de hepimiz bu yoldan ilerlerken zamanın ipleri çözülür, geçmiş ile günümüz bir araya gelir….
Umarım bir gün o yolları gezmiş insanların anılarına ulaşırız.