Yıllar önce sanırım 1988 yılıydı. Özel İdare binası salonunda bir sempozyum vardı. Konusu gazetecilik. Bir gazetecinin neler yapması, nasıl yaşamasından tutun da özel hayatına kadar her şey bu sempozyumda konuşuluyordu. O yılların ünlü köşe yazarlarından Hürriyet Gazetesi’nden Oktay Ekşi, Cumhuriyet Gazetesi’nden Hasan Cemal, Dünya Gazetesi’nin imtiyaz sahibi Nezih Demirkent ve şu anda aklıma gelmeyen 5 köşe yazarı sempozyumda konuşmacıydı. Salon alabildiğine kalabalıktı. Öğrencilerden şairlere, kitap yazarlarından basın mensuplarına kadar çok kalabalık bir sempozyumdu.

Bende sempozyumu izlemek amacıyla katılmıştım. Oldukça muhteşem ve güzeldi. Hatta o yıllarda ben de konuşmacılara soru sormuş “Neden gazetecilik yapan muhabirleri emekçi gazetecileri kadroya almıyorlar, yazar olarak neden köşelerinde bunu yazmıyorlar? Yoksa patronlardan mı korkuyorlar? Korkuyorlarsa neden bize kalemini kır ama asla satma diyorsunuz” diye bir konuşma yapmıştım. Sitemimi doğru bir serzeniş olarak değerlendirmişlerdi ve ben ancak 1989 yılında Hürriyet Gazetesi’nde kadrolu olabilmiştim.

İşte o muhteşem sempozyum toplantısında Antalya Hürriyet Gazetesi’nin ilk bürosunu kuran gazeteci Abdulkadir Kalender’in bir konuşma esnasında sözlerinin arasında ‘’GAZETECİ OLUNMAZ DOĞULUR’’ cümlesi dikkatimi çekmişti. Çok şaşırmıştım. Yani ben anamdan doğduğumda illa gazeteci mi olmalıymışım. Her isteyen gazeteci olamaz mı? şeklinde kafama takılmıştı. Yıllarca bu sorunun cevabını aradım.

Şimdi o ustanın ne demek istediğini daha iyi anlayabiliyorum.  Evet her isteyen gazeteci olabilir hatta 2 yıl hizmet eden kadrolu bir gazeteci sarı basın kartını bile alabilir ama asla ‘’GAZETECİ’’ olamaz. Gazeteci olmak için kalemini satmayacaksın, burnun tıpkı bir tazı gibi haberin kokusunu alacak, yaşanan olayın perde arkasını kaçırmayacak ve detaylarda asıl hikayeyi bulacaksın.

Zaman zaman gazeteci arkadaşlarla birlikte habere giderdik. Birlikte aynı haberi yapardık ama benim haber hep farklı çıkardı bu nedenle de patronlarından fırça yerlerdi. Bir gün beni sıkıştırdılar, ‘’Abi birlikteydik. Kişi konuştu hepimiz not aldık. Sen farklı yazıyorsun asparagas şeyler’’ diye sitem ettiler. Ben de onlara asıl haberi onların yanında sormadığımı, ayrılınca şahısla telefonda görüşerek bilgi aldığımı, ya da kişinin sözlerinin gerçek anlamını telefonda sorup cevabını aldığımı ifade ederek asıl haberin detaylarda saklı olduğunu anlatınca şok olmuşlardı.

Şimdi ben bunları neden anlatıyorum. Tam 40 yıldır Altın Portakal Film Festivali’ni izlerim. Özellikle son yılların acar muhabirleri yeni jenerasyon atlatma nedir, ayrıntı nedir, detaylarda neler oldu bilmezler. Rutin olarak festivali veya o yaşanan olayı almakla yetinirler. Oysa habercilik bir yarıştır.  Olayın gerçeğini yazmaktır, perde arkasındaki olayları bulmak ortaya çıkarmaktır.

Bir ekip Cumartesi günü Antalya Altın Portakal Film Festivali geleneksel kortejle start aldı. 40 derece sıcakta bekleyen bir sanatsever sıcaktan bayıldı onca televizyoncu ve gazeteci maalesef görmedi. Kortej başladı ve Güllük’te Ring oteli önünde Yusuf Sezgin, Selma Güneri ve 2 emekçi sanatçının bulunduğu araba su kaynattı yolda kaldılar, vatandaşların yardımıyla otele döndüler. Gören, duyan olmadı. Bu sanatçıların arkasında bulunan tüm araçlar yollarda kaldı, bilen olmadı. Yazan olmadı…

Yapılan haberlere bakın sanki hepsi bir havuzdan çıkmış ve sanki tek kopya. Birbirinin aynısı. Gören gözlerde at gözlüğü takılmış gibi 90 derece açıyla yaşanan olaya bakmak yok. İşte bunun adı da gazetecilik. Kim bilir belki de patronları onları öyle olmaya yöneltmiş, belki de belediye ile ilişkilerini bozmamak içindir, bilemem…

İşte şimdi o Kalender’in sözleri aklıma geldi. Evet, belki meslek hanene gazeteci, şair, yazar, ressam yazdırabilirsin ama ruhunla bedeninle gazeteci olmak farklı bir şeydir. Üstadın dediği gibi, GAZETECİ OLUNMAZ DOĞULUR…